Pazartesi, Haziran 8

İstanbullu'ların "Pazartesi Sendromu"

İstanbulluların dertlerine dert ekleyen toplu taşımada yine bir süpriz(!)le karşı karşıyayız.

Bugünden itibaren şoför amcaların bastığı akbil tedavülden kalkmış durumda..

Ya o 5li ve daha başka kaçlı olduğunu bilmediğim e-biletlerden alacaksınız, ya da akbil..

E geçen Pazartesi de akbile yapılan ani ve de acil zammın nedeni bir hafta sonra kendini gösterdi.

Yazık ki dayanışma/yardım nedir bilmeyen güzide İstanbullular, bu sıcakta dakikalarca ve kimi zaman saatlerce bekledikleri otobüslere kan ter içinde binip, inmeleri gerektiğini öğrendiklerinde dönüp de birine
"akbilinde fazla parası olan ya da bileti olan var mı" diye sormamakta, hatta otobüsteki "şanslı" yolculara kin ve nefret kusarak tıpış tıpış inip durakta pişmeye ve özel halk otobüsü beklemeye başlamaktadır.

Kullandığım hat itiş tıkış olması gerekirken, insanların güneşin geliş açısına göre sürekli yer değiştirebilecekleri kadar boş olduğundan "şanslı" akbilliler olarak uzun süre şaşkınık yaşadık.

Kıssadan hisse: Duyduk duymadık demeyin; bir yerden bir yere taşınmak istiyorsanız bu sıcaklarda bürokrasiye boğulacağınız iett yolları sizi bekliyor.. e tabi bir de elektronik bilet imkanınız var ki tee zamanında 6.5 ytl imiş 5 tanesi şimdi zamlarla ne oldu bilemiyorum..

'Seyahat Özgürlüğü'nden 'yararlanabilmeniz' için paranızın olması da yetmiyor artık.
Paranızı nasıl gaspetmek istiyorlarsa öyle sunacaksınız.
Yoksa duraklar sizin!

Daha neler göreceğiz.
Du bakalım..

Perşembe, Haziran 4

21 Kasım 1973, Santiago Stadyumu: Şili 1 - Sovyetler Birliği 0

Bir futbol sezonunu daha geride bıraktık. Okurlarım anımsayacaklardır; her sene lig sonunda bir futbol öyküsünü bu köşeden sizlerle paylaşmaktayım. Bu senenin öyküsünü David Goldblatt’tan aldım (Futbolun Küresel Tarihi, Riverhead yay.) Bu arada Beşiktaşlı dostlarımı bu seneki başarılarından dolayı kutlarım.

***

1970 yılı Şili için bir dönüm tarihidir. Unitad Popular cephesinin sosyalist lideri Allendeseçimleri kazanmış, emek ve ulusal bağımsızlıktan yana radikal bir programı uygulamaya koymuştur. Şili’nin bakır ve kömür madenleri ile demir-çelik ve demiryolları gibi stratejik nitelikli sektörleri millileştirilir. Ford ve ITT’ye ait ulus ötesi tekellerin fabrikalarına el konulur. Ücretler arttırılır, geniş kapsamlı bir sosyal yardım programı başlatılır ve geniş kapsamlı bir toprak reformuyla topraksız köylülere toprak dağıtılır.

Ancak Amerika’nın “arka bahçesinde”filizlenmekte olan bu sosyalist dönüşüme karşıdevrim gecikmez. Amerikan İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) doğrudan yönlendiriciliğinde bir dizi sabotaj ve toplumsal şiddet uygulamaya konulur. Sanayiciler, bankacılar, muhafazakâr bürokratlar ve üst dereceli subaylardan oluşan bir koalisyon, Allende hükümetinin kazanımlarına karşı şiddete başvurmaktan çekinmez. 11 Eylül 1973 sabahı Amerikan yönetiminin ve CIA’nın da desteğini arkasına alan General Augusto Pinochet, kendisine bağlı birliklerle başkanlık sarayını kuşatır ve hava kuvvetleri parlamentoyu bombalamaya başlar. Allende teslim olmayı reddeder ve yaşamına son verir.

11 Eylül’ü izleyen günler Şili’nin ilerici, yurtsever güçleri için baskı, tutuklanma ve işkence günleridir. Binlerce sosyalist, sendika lideri ve emekçi Estadio Nacional’da (Santiago Stadyumu’nda) hapsedilir. Stadyum kitlesel bir engizisyon mahkemesine dönüştürülmüştür. İşkence, baskı ve her türlü insanlık dışı şiddet General Pinochet’in askerleri tarafından planlı bir biçimde uygulamaya geçilir. Şilili ozan Victor Jara’nın bilekleri kesilir ve gitar çalmaya devam etmesi emredilir. İnsanlık dışı işkenceler Santiago Stadyumu’nun duvarlarını aşar ve tüm dünyada yankı bulur.

***

Darbeden yaklaşık iki buçuk ay sonra, 21 Kasım 1973’te Şili ulusal futbol takımı Dünya Kupası elemelerinde Sovyetler Birliği ile karşılaşacaktır. Sovyetler, binlerce yurtseverin işkence gördüğü Santiago Stadyumu’nda herhangi bir spor karşılaşmasına katılmayacağını bildirir ve FIFA’dan müsabakanın tarafsız bir sahaya alınmasını talep eder. 27 Ekim tarihinde Sovyet Futbol Federasyonu FIFA’ya şu telgrafı çeker:

“Şili’de faşist bir ayaklanma sonucunda yasal hükümetin devrilmiş olduğu ve ülkede kanlı bir terör ve baskı rejiminin hüküm sürdüğü herkesçe bilinmektedir. Santiago Stadyumu futbol müsabakası oynanabilecek bir mekân olmaktan çıkarılmış, Şilili yurtseverlerin işkence gördüğü bir toplama kampına dönüştürül- müştür. Sovyet sporcuları Şilili yurtseverlerin kanıyla bezenen bir stadyumda spor karşılaşmasına çıkmayı reddeder.”

Bu girişim üzerine FIFA Estadio Nacional’i incelemek üzere Şili’ye bir heyet gönderir. FIFA heyeti incelemeleri sonucunda“stadyumun çimlerinin futbol oynamaya elverişli; sahanın ölçülerinin teknik standartlara uygun ve seyircilerin tribünlerinin düzenli ve temiz” olduğuna dair bir rapor verir ve Santiago Stadyumu’nda “politik tutukluya rastlanmadığını, sadece hüviyetleri tespit edilememiş olan bazı şahısların alıkonulduğu”nu belirtir.

Sovyet takımı bu şartlar altında Şili’ye gitmez. Maç, saatinde başlatılır. Şilili forvet oyuncuları birkaç pasta Sovyet ceza sahasına girerler ve boş kaleye gollerini atarlar. Maç, santra yapılamadığı için bu tek golle sona erer: Şili 1 - Sovyetler 0.

Şili böylece 1974 Dünya Kupası’na katılır. Protestolar arasında oynanan grup maçlarında ev sahibi Batı Almanya’ya yenilir; Doğu Almanya ve Avustralya’yla beraber kalarak kupadan elenir.

Bu arada Şili ekonomisinin ve toplumsal yaşamının “serbest” piyasaya terk edilmesini amaçlayan muhafazakâr bir yapılandırma programı Şikago Üniversitesi’nde eğitim görmüş bir dizi teknokrat tarafından başlatılmıştır. Şili ekonomisi Şikago çocuklarının emrinde tarihte görülmemiş bir soygun ve talan dönemine kucak açar. Allende hükümetinin tüm reformları, sanayi ve tarım politikaları tersine çevrilir. Sendikalar ve köylü birlikleri acımasızca ezilir; millileştirilmiş sanayi ve madenlerle köylülere dağıtılmış olan topraklar büyük toprak sahiplerine geri verilir. Şili’de piyasa köktenciliği, politik terör ile birlikte kol kola girmiştir.

Futbol, kuşkusuz, sadece yirmi iki oyuncunun oynadığı ve doksan dakikadan ibaret bir oyun değildir.

Cuma, Mayıs 29

Uçurtmalar*

En sevdiği renk mor olan kadın
En sevdiği kelime “asi”
En sevdiği oyun incitmek beni
Hıncı, çocukluktan kalma bir yara izi gibi

İpleri dolaşmış uçurtmalar misali
Ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
Ne gidebildik kendi yolumuza
Rüzgarda savruk, başına buyruk
Senle ben

Zamanı, yaralarla ölçen kadın
Geçmişiyle kavgalı
Gündüz isyankar
Geceleri Tanrı’ya sığınan kız çocuğu
Kırdığı kalpleri dizmiş ipe
Gene en büyük zararı kendine

En sevdiği ses, çocuk sesi
Güneşli, billur, neşeli
Oysa, yıllar var ki kendi
Anne olmayı istememiş
Çekip gidebilmek için bir gün
Geride ekmek kırıntıları bırakarak
Kuşlar yesin diye ayak izlerini
Kalmasın ne bir sızı ne kalp yarası

Sevişirken taşkın bir nehir
Öpüşürken kor bir alev
Uykusunda melek gibi masum
Bakmaya kıyamadığım
Kaç gece göğsünde uyuduğum
Ama beraber uyanamadığım kadın

İpleri dolaşmış uçurtmalar misali
Ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
Ne gidebildik kendi yolumuza
Rüzgarda savruk, başına buyruk
Senle ben

Her hasretten sonra
Başka başka sevdaların kollarında
Yemin etmişken bir daha konuşmamaya
Gene bulup birbirimizi
Sabahı olmayan gecelerde
Aldatma pahasına sevdiklerimizi
Ağlayarak seviştiğim kadın
Senle ben ipleri dolaşmış uçurtmalar misali

İpleri dolaşmış uçurtmalar misali
Ne beraber uçabildik, boş verip şu dünyayı
Ne gidebildik kendi yolumuza
Rüzgarda savruk, başına buyruk
Senle ben

*Teoman'ın "insanlık halleri" albümünden dinlemek mümkün..

Pazar, Mayıs 24

Ester'in Söyledikleri -2459

UMUŞ

Bütün iyi kitapların sonunda
Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
Meltemi senden esen
Soluğu sende oan
Yeni bir başlangıç vardır

Parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın
Gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın
Onu işitsen, yuvarlağı sende kalır
Her başlangıçta yeni bir anlam vardır.

Nedensiz bir çocuk ağlaması bile
Çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır.

Cumartesi, Mayıs 23

Sakıncalı bir Ermeni kadın!

Yazar Elif Şafak'ın, 2005 Eylül'ünde yapılan Ermeni Konferansı'na sunduğu tebliği hatırlıyor musunuz? Şafak, 'Sürekli Sürgün' başlığı ile Ermenilerin ünlü feminist kadın yazarlarından Zabel Yesayan'ı tanıtmıştı. Tebliğini de, Amerikan edebiyatının tanınmış kalemi Kurt Vonnegut'ın, Ermeni bir roman kahramanını alıntılayarak sonuçlandırmıştı. 1915 Ermeni soykırımından kurtulan roman kahramanı, babasına, 'Bir gün bir Türk ile karşılaşırsa ondan ne duymak isteyeceğini' sormuş. Babası, 'Biz gittikten sonra ülkelerinin çoraklaştığını duymak isterim' demiş. Elif Şafak, pek çok yüreğin tercümanı olarak, tebliğini, 'Bizim bunu söylemeye, 'Evet, siz gittikten sonra ülkemiz fikirsel, sanatsal, siyasal, toplumsal her anlamda çoraklaştı' demeye ve diasporanın da bunu duymaya çok ihtiyacı var' cümlesiyle bitirmişti.

O zaman bu tebliğle şunu farketmiştim; çok az Ermeni yazar ve sanatçı tanıyordum. Eminim bu pek çok kişi için de böyledir. Üstelik Zabel Yesayan, kendi deyimiyle 'Bir eşkıya, dağlarda bir özgürlük savaşçısı...' olma düşünü taşımış bir feministti. Bir kadın olarak, Türkiye'nin halkları kaybetmesiyle yaşadığı çoraklaşmayı ve yalnızlığı, çok sıcak biçimde yüzümde hissettiğimi hatırlıyorum. Dünyadaki pek çok kadın hareketini inceleyerek dersler çıkarmaya çalışan bizler, Yesayan'ı tanımıyorduk... Hal böyle olunca, Belge Yayınları'nın Marenostrum Dizisi ilk başvurulacak kaynak oluyor. Belge Yayınları, Yesayan'ın, 'Silahtarın Bahçeleri' adlı kitabını geçen mart ayında çıkararak bizlere tanıttı.

Zabel Yesayan, pek çok Ermeni yazar tarafından, 'Ermeniler arasında en yetenekli, çok yönlü yazar' olarak tanımlanır. 1878'de İstanbul'da doğan bu yetenekli yazar Yesayan, 1892'de Paris'te Sorbonne ve Fransız Koleji'nde edebiyat ve felsefe okur. 1908'de İstanbul'a geri döner. 1909'da da, İstanbul Ermeni Patriği, Adana'daki katliamdan sonra oradaki Ermeni halkının ne durumda olduğunu tespit etmesi için Yesayan'ın bir heyetle Adana'ya gitmesini ister. Görevi, yetim kalan Ermeni çocukların durumunu rapor etmektir. Kilikya'da Ermenilerin yaşadığı trajediyi pek çok makalesine ve en önemlisi 'Yıkıntılar arasında' adlı kitabına konu yapar.

1915'de oluşturulan sakıncalı Ermeni entelektüller listesinde adı geçen tek kadın aydındır Yesayan. 234 kişilik listede yer alan pek çok Ermeni aydınının payına trajik ölümler düşerken, Yesayan kaçmayı başarır ve Bulgaristan'a geçer. 1920'lerden sonra Yesayan, Paris ve Bakü arasında gidip gelir. 1933 yılında da Sovyetler Birliği'ne gider. Ömrü mücadeleyle geçen Yesayan, 1930'ların sonlarına doğru da, sosyalizme yakınlığına rağmen, eleştirel duruşu nedeniyle bu sefer de Stalin rejiminin damgaladığı sakıncalılar arasına sokulur. Sibirya'ya sürülür ve orada ölür.

Milliyetçilik kirine bulaşmadı

Zabel Yesayan'ın, Belge Yayınları'ndan çıkan 'Silahtarın Bahçeleri' adlı kitabı, ilk sayfalarına Elif Şafak'ın bahsettiğimiz tebliğini almış. Ardından Yesayan'ı tanıyan Ermeni aydınların anıları geliyor.

Bu anıların birinde, Ermeni şair Gostan Zaryan, Yesayan için İsabella d'este (sanat konusundaki bilgisi ve siyasal alandaki üstün yeteneği ile ünlü İtalyan Rönesans prensesi) benzetmesi yaparken; Ermenistan'ın tanınmış kalemlerinden aynı zamanda Yesayan'ın öğrencilerinden olan Ruben Zaryan ise, onun doyumsuz derslerini anlatıyor. Sonra da Yesayan'ın 'Sahte Dehalar' adlı uzun hiciv öyküsünden, 'Ateşten Gömlek' adlı otobiyogrofik çalışmasından, 'Zincirsiz Prometheus' adlı Sovyet Ermenistanı'nı anlatan izlenimlerinden, 'Silahtarın Bahçeleri' adlı, bilinen ve en fazla beğeni toplayan eserinden ve son olarak 'Yıkıntılar Arasında' adlı eserindeki sarsıcı Adana katliamı tanıklığından alıntılar birbirini takip ediyor.

Yesayan, eserlerinde açıklığı ve özlü ifade tarzıyla dikkat çekiyor. İyi bir gözlemci olan Yesayan, bunu, 'Bir yazarın eylemin cereyan ettiği bölgeyi çok iyi bilmesi önemlidir' cümlesiyle özetliyor. Örneğin 'Silahtarın Bahçelerin'deki İstanbul tasvirinde, yaşadığı coğrafyanın tüm renklerini ustaca veriyor. Ve Türkiye'nin halkları kaybetmesinin gerçekten günümüze nasıl bir kuruluk getirdiğini daha iyi anlıyorsunuz.

Yesayan, 'Yıkıntılar Arasında' adlı eserinde ise, Ermenilerin Adana katliamından sonra yaşadıklarına birinci elden tanıktır. Gördüğü mezar kentler, dehşetengiz insan manzaraları ve acılara tanıklığı artık ömrünün yol izleri olacaktır. Ancak buna rağmen milliyetçilik kirine bulaşmaz. Bu insanlık ayıbını okuyan kişi bir öfke seline kapılırken, katliamın tanığı Yesayan'da sadece yurtseverlik ve diğer halkları Ermenilerin acılarından haberdar etme çabasını görürsünüz. Evet bu kitap, yazarın yaşamında önemli bir dönüm noktasıdır. Artık Yesayan, eserlerini toplumsal amneziye karşı yazar ve 1909 ile 1915 katliamı tanıklarının katipliği gibi çalışır. Elif Şafak'ın deyimiyle Yesayan, 'Büyük toplumsal trajedilerin yaşandığı dönemlerde yazarların ve yazarlığın en önemli misyonunun 'hatırlatmak' olduğuna inanır.' Söylemek bile gereksiz tabi, Yesayan, Ermeni edebiyatının önemli bir kalemi olmayı ve halkının mücadelesinde bir özgürlük savaşçısı olmayı başardı. Bu Ermeni yazarın yüreğini tanımanızı öneririz...

Kadınlar ortalama yazar olamaz!

Yesayan, erken dönemdeki yazılarında feminist çıkışlara sahiptir. Hem Ermeni cemaatinin hem de Osmanlı'nın erkek egemen yapısını sorgular. Ermenice yazan ilk kadın yazar ve feminizmin yaşadığı toplumdaki kadınlar arasında yankı bulmasında öncü bir kimlik olarak bilinen Sirpuhi Düsap'ın, Yesayan'ın üzerinde önemli bir etkisi vardır. Yesayan 'Silahtarın Bahçeleri'nde, gençlik yıllarında arkadaşlarıyla birlikte Düsap'ın yazılarını okuduklarını, bu yazıların üzerlerindeki etkisini anlatır. 17 yaşındayken de Düsap'ı ziyarete gider ve edebiyat alanında kariyer planını açıkladığında, Düsap'ın verdiği öğüdü adeta beynine kodlar: 'Bu yolda defne yapraklarından çok uçurumlar var. Bizim toplumumuz, bir kadının isim yapmasına izin verme konusunda henüz hazır değil. Bu engeli aşabilmek için ortalamanın çok üstüne çıkmak gerekli. Bir erkek ortalama bir yazar olabilir, ama bir kadın olamaz...'

Ester'in Söyledikleri -2359



KENDİME

Kimseye karıştım mı? hiç karışmadım
Bu ki bana tuhaf sayılmadı
Gözleyip sordum mu hiç? hyır sormadım
Bu ki bana yalan sayılmadı
Acımak işim miydi? hayır
Bir evden olmak kötü müydü? hayır
Zamana zamanla bakmak ne idi ki
Baktım

Tarlayı tarlayla ölçtüm
Meyvayı mevyayla
Denizi denizle ölçtüm
Göğü gökle ölçtüm
Zaten insanı insanla ölçtüm ki
Buruk bir tat mı duydum
Ve duydum
Her şey ki bir yorumdu, sonuç değildi
Sonuç ki zaten yoktu

Sen ki kim
Beni bütün bütün bırakma.

Kapitalizm Üzerine Kısa Sohbet


Konuşma İngiltere’de maden işçisinin oğluyla annesi arasında geçer.

“Anne üşüyorum, sobayı yakamaz mısın?”
“Kömürümüz yok oğlum”
“Neden?”
“Çünkü paramız yok.”
“Neden:”
“Çünkü babanı işten çıkardılar.”
“Neden?”
“Çünkü fazla kömür var.”

Hollanda’da psikoterapist olarak çalıştığım yıl ekonomik kriz vardı. Çalışmak istediği halde çalışamayan, işten atılan, işssizlik parası almasına rağmen depresyona giren, çocuklarından utanan nice kişinin bu nedenle benle görüştüğünü hatırlıyorum. Mesai saatlerinde sokağa çıksalar, işssizin teki diye dikkat çekecekleri endişesiyle gün boyunca sokağa çıkmayanlar vardı aralarında.

Bugünlerdeyse işssiz kalanların kendilerini yaktıklerı, anne ve babanın çocuklarını da öldürüp intihar ettikleri haberleri geliyor...

Kapitalizmin doğasında olduğu söylenen yeni bir ekonomik kriz içindeyiz.

Şu anda dünyada 60 milyonu aşkın işssiz olduğu söyleniyor. Sayılar her gün artıyor.

Şimdilik istatistik olarak algılanan işşiz milyonlar ne yapacaklar?

CIA terörizmin en büyük tehdidinin ElKayda’dan değil işssizlik sonucu toplumsal patlamalardan geleceğini açıkladı.

Devletler halklarına karşı şiddet kullanma yetkilerini uygulayacak yeni eğitilimiş kuvvetler yetiştiriyor.

Kapitalizmin bundan bir önceki, 1929 krizinde dünya nüfusunun %70 kadarı kırsal kesimdeydi. Köylerinde yaşıyor, ellerindeki olanaklarla beslenebiliyorlar, geniş ailelerin koruyucu şemsisyesi altında ne varsa paylaşılıyordu. Geçen yıldan itibaren dünya nufüsünün yarısından fazlası suyun parayla satıldığı, tuvalete parayla gidildiği, sokaklarda yatıp kalkan yoksulların görmezden gelindiği şehirlerde yaşıyor.

Fazla kömür olduğu için işsiz kalan maden işçisi örneğinde olduğu gibi, piyasanın arz talep ilişkilerinin ifadesi olan yedek işsizler ordusu normal koşullarda da kapitalizmin olmazsa olmaz şartı. Kriz dönemlerindeyse, önceden de en son 20. yüzyılda olduğu gibi, kapitalizm, dünya savaşlarına, totaliter rejimlere gebe.

Bunları bilmemize rağmen dünyaca bu düzeni sahiplenir olduk.

İnsanı hayvanlardan ayırt eden alet kullanmasıdır diye kendimizle övünüyor, sonra da işsizliği doğal sayan bir toplumsal yapıyı baş tacı ediyoruz. İlkel diye baktığımız avcı toplayıcı ya da tarım toplumlarında işssizlik yoktu. İşçi sınıfının doğuşuyla birlikte işsizliği de biz icat ettik.

İçinde yaşadığımız sistem düzenden çok bir patolojinin adı.

Dünyanın tüketimle kurtulacağından medet ummaksa hastalığımızın ifadesi.

102

..

Biz ölünce - siz susuyorsunuz ya, biz ondan ölüyoruz işte- ölünce biz, karşısında durup susacağınız kimse olmayacak. Silahlarınızla yalnız başınıza kalacaksınız.
Hoşça kalın.

o gün öldüm. artık hiçbir soruyu yanıtlamayan bir gülümsemeydim. sorusu olmayan bir yüz. acısız beyin. her şey, karşısında gülümsenecek bir film gibi akıp gidiyordu. ben, tam da istediğim gibi, orada öylece duruyordum. orada öylece durup, katillerden intikam bile almak istemiyordum. durmak ve gülümsemek. en sonunda bunu yapar insan. ne bağırmak, ne küfür etmek.

yenilmekle uzlaşmak arasındaki yerdedir delilik. delirdiğinizde herkes, artık mutlu olduğunuzu, her şeyin düzeldiğini sanır. düzelmiştir de bir bakıma. çünkü unutmuşsundur.

böyle bir delilik, hastalık değildir. bu delilik, insan üzerinde işlenen suçların sonucudur. ve suçlar hiçbir zaman kanıtlanamaz. gizlenmemiştir, bu yüzden ortaya çıkarılamaz. kimse cezalanadırılmaz. suçlu olanlara hiçbir zaman suçlarını gösteremeyiz. suçları, yine mahkumlar dinler ve dinledikçe yeni acılar çekerler. acı, yine acı çekme yeteneği olanlara düşer. yine dinleyenler duyacaklardır.

işte öyküler, bu yüzden hep biraz yanlış adrese gider.

..

Salı, Mart 31

hepsi bu

yok
üzülmemek kaygılanmamak yıpranmamak elimde değil
elimde olan tek şey
"daha az hasarlı bir gelecek "
için
devinmek..

Pazartesi, Mart 30

dünyada bir yerdeyim.


.. insan sevgisi zaman zaman yalnızlığımızın boyutlarını aştı, zaman zaman da insanlar yalnızlığımızı birbaşınalığımızdan daha derin daha dayanılmaz boyutlara iteledi. O zaman kentin denizlerini izledik. Dalgaların köpüklerlerinin sonsuzluğu anımsattığı bir zaman ışığında kuzey rüzgarının mavi-yeşile bürüdüğü suların yüzeyinde. O kentte kimse mutlu olmadı, ama kimse mutsuz da değildi. Çünkü kimse inanmaz mutluluğa...

Cuma, Mart 20

garip iç sesler..

olmak istediğim kişi değilim
nasıl biri olmak istediğimi bilmiyorum
ama bildiğim şey gözümü kapatıp açtğımda bambaşka biri olarak dünyanın bambaşka bir yerinde olmayı istediğim.
emek vermeden
tek müdahalemin o basit göz açıp kapama olduğu bir eylemlilikle
istediğim dünyayı yaratma imkanım yok ne de olsa
eğile büküle kıvrılıyorum bir yerlerine buranın
toprağın..
belim ağrıyor bunca kıvırmadan
hiç geçmeyecek bu ağrı
biliyorum
yazık ki..
merak olmadan yaşayamıyorum
yaşayamıyorum kısacası
her neyin kısası ise
paylaşarak çoğalan ben
kiminle neyi neden paylaşığımı bilmiyorum artık.
bilmiyorum..

Perşembe, Şubat 26

an-la-ş-a-ma-mak

"an" ı aynı şekilde görememek, ya da yorumlarını pek beğendiğim bir insanın tabiriyle "aynı zamanda karşılaşamamak"..

neden anlaşamayız ki..
bütün anlaşamamazlıkların altında paylaşamamak var sanki..
somut birşeyleri bölüşmek anlamında değil elbette, düşünce de paylaşılabilir bir sayılamayandır, tam da o nedenledir ki paylaştıkçaçoğalangillerdendir.
ah yakınlarımızı idealleştirmesek bir de; hayalkırıklıklarımızdaki azalma gözle görülebilirden öte derinden derinden hissedilebilir o vakit.

sen de mi
bari sen yapma
sen nasıl böyle düşünebilirsin/olabilirsin/yapabilirsin vb
kalıplarının bizden çook çooook uzak düştüğü "an"lar yaşasak bol bol, insan olduğunun farkına varsak karşımızdakinin..
bunları yazarken bile içimden kendime karşı "ama.." diye diretiyorum ama içime düşmemek için de kelimeleri arka arkaya sıralamaya çalışıyorum..

kendimden mi kaçıyorum böyle yaparak yoksa ciddi bir hatadan mı dönüyorum..
"az hasarla kurtarmak" başarı mıdır yoksa tam bir başarısızlık örneği mi..
ne kadar samimiydim aceba az hasar için çırpınırken..
yok yahu kendim olmak demek yerden yere vurup paramparça etmek değil ki!
içgüdülerine en çok ses verenler midir en çok insan olanlar?
cevabım net bir şekilde hayır düşünebilengillerinsorgulamadelilerindenbirzat olduğumdan sanırım..

"daha gençsin, yeni insanlarla tanışma imkanların çok geniş, eğer onların düşüncelerine dokunmaları için emek vermene değmeyeceklerini düşünüyorsan kendini bir yerle sınırlama.."
emek vermeye değip değmeyeceği düşünerek belirlenebilir mi?
düşünürken verilen emek kafi midir?
ilk deneme ve getirisi olan yanılma ve kadim dostu yılgınlık emek-yoğun çalışmanın bir örneği olarak değer biçmek için en doğru zaman mıdır?
kaçmak değilse bu değerleri kesip biçme işi nedir aceba?

"kaçmak"..
kime göre
neye göre
kimden
neyden
nerden

"an"..
ne kadar yoğun anlam yüklü bir kelime..
ne kadar..
korkmamak lazım değil mi
yola çıkmaktan
varıştan bağımsız olarak
yola koyulmayı sahiplenmek lazım, o gidişi
varış noktasından ziyade.
-mek/-mak ne ekleri bu kurulan cümlelerde?
sorularla ilerleyen bu "bulma" eyleminde kendini, cevapların bu kadar uzak/soğuk/dış bir ses gibi bu eklerle gelmesinin anlamı nedir..

"anlam"..
off ne çok aranıyor her gün..
hepimiz koşturup duruyoruz peşinde çılgın gibi
bazı zamanlarda tam buldum zannederken bir bakıyorum aynaduvarlıbirodanınortasındakendineyabancılaşmışbirben "işte!" diyor gördüğüne "işte bu anlam!"
anlayamadığından.

işte nitelemesıfatlarıylayineyeniyenidensayısızbileşenoluşturabileceğimben,
anlaşılmaya çalışıyor bir de!

iyi mi
imiş..

Cumartesi, Şubat 14

ampirik insani değerler


...Lewis Mumford ve diğerleri gibi daha ciddi gözlemciler,
sanatın daha gelişmiş biçimleriyle Fransa'daki mağara
resimlerinin ve ilkel çömlekler üzerindeki süslemelerin
faydacı bir amaca yönelik olmadığı olgusunu vurguladılar.
Gerçekten de bunların işlevinin, insanın bedeninin değil de ruhunun yaşamını südürmesine yardım etmek olduğu söylenebilir.


Güzellik ile hakikat arasındaki bağ buradadır işte. Güzellik "çirkin"in değil, "yapay"ın karşıtıdır; güzellik, bir şeyin ya da bir kişinin "olduğu gibi"liğinin duyumsal anlatımıdır, duyumlara seslendiğini dile getirmektir.


... "güzel" ve "çirkin", kültürden kültüre farklılık gösteren geleneksel kategorilerden başka bir şey değildir. Güzelliği anlamadaki başarısızlığımızın iyi bir örneği, ortalama insanın - bazen bedenimiz için daha az hoş olmakla birlikte - sanki
yağmur ya da sis de aynı ölçüde güzel değilmiş gibi,
"günbatımı"nı, bir güzellik örneği olarak sunma eğilimidir.
Erich Fromm

Perşembe, Şubat 12

utanç



utanç.

kimin utancı

neyden utanmak

utanmak?

herkes utanabilir mi

öyle durumlar vardır ki:

"insan olan utanır "değil mi

genelde insan olduklarının bir ispatı olarak

-ve genelde bunu kendilerine ispatlamak için-

utanmak

evet

yaptığımız bu

kaçımız utanç duyduktan sonra o durumu ortadan kaldırmak için harekete geçtik

ya da geçiyoruz

çok üzgünüz hepimiz

içimiz yanıyor

hem yaşananlardan hem de kendimizden utanıyoruz

dilimizde..

gönlümüzün dilinde?

ı-ıh

söylemde..

gönlümün diliyle söyleyememenin, söylemi kullanmanın acizliği ile kendi utancımı paylaşıyorum.

daha doğrusu utançlarımdan sadece bir tanesini...



dünya nüfusunun ne kadarını anlayabiliyoruz

ne kadarının yaşamını kavrayabiliyoruz

ne kadarının acısını hissedebiliyoruz

ne kadarının gerçekten yaşayabildiğini aklımız alıyor

"tarih" diye birbirimize anlattıklarımız/okuduklarımız geçmiş zamanda değil şimdiki zamanda ve gelecek zamanda dönüp dönüp duruyor

gelişme?

gelişme mi dediniz?

en eşitsizinden..

atlanılan "çağ"ları belirlemek için ülkelerin o "tarihi an"ı belirleme yarışı vardır

osmanlı imparatorluğu fatih'in istanbul'u fethi der mesela

dünya ne kadar iplemese de

bu sadece dünya tarihine dair bir güç gösterisi değilmiş

şimdi anlıyorum

bilmem kaçıncı yüzyılda bilgisayar başında enformasyon çağında yaşarken, yazdıklarımı hiiç tanımadığım insanlarla paylaşma imkanı bulurken, aklıma takılan bir "kelime"yi google'a yazıp "ara" ya tıkladığımda sadece saniyelerle o bilgiye ulaşabilirken

aynı zamanda dünya üzerindeki koordinatları farklı olan birinin -benim yaşadığım devletin sınırları da dahil- başka bir "çağ"da yaşıyor olması uzaya giden dünyanın değerinin beş para etmediğinin dinamik bir kanıtı

afganistan.

henüz bir istanbulları da fatihleri de yok.

ne biliyoruz oraya dair

taliban, abd, terör, sscb, işgal, asya, ortadoğu, talabani..

kaç kelime daha ekleyebilirsiniz?

neler ekleyebilirsiniz

doğum oranları, ölüm oranları, okur yazar oranları, ortalama ömür..

veriler.

veri?

bize bu "veri"lenler gerçekten anlatıyor mu afgan halkını

İNSANLARI

bilinenlere belki bir film de eklenebilir: utanç.

bir afgan kızın "komik hikayeler öğrenmek için" okula gitmek uğruna verdiği mücadele.

defter alabilmek için koştururken o

gözleri defterlerle, müsvedde kağıtlarla dolu "masa-m-da" oturup

-ya git okulda al birinden bir sayfa

diye geçirmek içimden..

kalem almaya parası yetmediği için annesinin rujunu almayı akıl ettiğinde

kalemlikleri tıka basa rengarenk çeşit çeşit dolu "masa-m-da" oturup

-yahu gitsene okula birinde mutlaka fazla bir kalem vardır

diye yine geçirmek içimden..

okula gitmek için o koşturup dururken

hem de sadece komik öyküler öğrenmek için okula gitmeyi isterken

yürekten

senelerdir okumaktan gına gelmiş hem de bana garanti bir iş olanağı sağlamayan eğitim hayatımın verdiği tüm bezginlikle

-canım benim ne kadar zaman geçti boşver uğraşma dön evine derdin ne

diye yine yine geçirmek içimden..

binbir zorlukla aldığı defteri gözlerinin önünde paramparça olurken, her isteyene bir sayfa verirken

bunca imkana sahip olduğum halde paylaşımdan en yoksun halimle onu araçtan amaca çevirip

-kızcağızım çıldırdın mı alsana ellerinden defterini, sana ne kaldı şimdi

diye bir kez daha geçirmek içimden..

"savaş oyunu" oynamak istemediği için direnen, ölmediği için onu rahat bırakmayan çocukları görüp

benim gibi onu zerre kadar anlamayan abbas'ın sesine sesim karışarak

- bakhtay öl, ölmeden kurtulamayacaksın ellerinden

diye teslim bayraklarını çoktaan çekmiş olan içimden geçirmek sonunda da başında olduğu gibi..


savaş oyunu..

çocuklar bile farkındayken bunun

bu oyunun

hala süregitmesi

en acımasız

en insansız halleriyle

gelişimin eşitsizliği ile tanımlayıp zerre kadar güzel olmayan, film bitene kadar gördüklerimin bu çağa dair olduğuna, yaşanıyor olduğuna inanamadığım film karelerine gömmek istediğin o sahneler için onları derleyen için bana getiren için "ne güzeldi değil mi " diye yorumda bulunmak,

"insanın içi sızlıyor değil mi, film bittiğinde gözümden bir damla yaş süzüldü hatırlıyorum" sözleri ile karşılaşmak,

insan olanın içi sızlayacağı için o sahnelere tanıklık edenlere ve daha önemlisi kendimize ne kadar insan olduğumuzu kanıtlamak için ne kadar sızladığını içimizin, donup kaldığımızı, inanamadığımızı döne döne farklı kelimelerle bezeye bezeye "yorum yapmak".

yorum

bütün yapabileceğimiz bu di mi

ya da mücadele ediyorsak bu düzenle mutlak bir gün herşeyin değişeceğine/herşeyi değiştireceğimize inanıyorsak mücadele etmek sistemle, sistemin hayatımızın derinlerine işleyen görüngüleriyle

ama kimi coğrafyalarda nasıl değişir bir şeyler bilmeden yüzümüzü hep hep hep ama hep batıya dönüyorsak

batının oyun oynayan insanıyla oynamak istemezken o kimi coğrafyalardaki sadece yaşamaya çalışan insanlar

utanarak

insanlığımdan

güneş doğacaksa eğer yeryüzüne

gerçekten

doğudan olacak

biliyorum

bilerek

daha çok ama çok yaşayan toprağa gömülmeden bunun olmayacağını

bilerek

bir "yaşayan" olarak

iliklerimde hissedeceğim o doğuşu

iliklerimde..

şimdi insanlıktan çıkışımı ne kadar hissediyorsam yine o "ilikler"de

öyle hissedeceğim..

öyle!

*bir ünlemle bitmeyi haketmiyor bu aciz biliş. o nedenle ünlemi alıyor üç adet nokta koyuyorum

...


Cumartesi, Ocak 31

tanıklık etmenin cezbeden hafifliği





Zamanın birinde,
bir yerde,
kendimleyken..






Bir kiraz ağacının altındayım.
Bir çocuğun hevesle yazn flüt çalmayı öğrenmesine tanıklık ediyor kulaklarım.
Sıkıntılıyım, kafamda sorular var.
Öyle ki zamanı değerlendiremememe neden oluyor.
Sonra kafamı kaldırıyorum gökyüzüne doğru.
Kırmızı kırmızı kirazları görüyorum dallarından sarkan.
Karşımda çimlerin üstünde miskinlik yapan gri kırçıllı kediye tebessüm ediyorum.
Gözleri yarı açık şekilde bir su birikintisine gidiyor.
O küçük dilinin şıpır şıpır suyu emişine tanıklık ediyorum.
Biri kız biri erkek iki sarışın ufaklık saklambaç oynuyor, büyük bir keyifle hem de!
Ona tanıklık ediyorum..
Karşı bankta oturan bir adamın yerinden kalkıp bir musluğa doğru ilerlerken birden yanından geçtiği gül ağacını farketmesine, onu narin/kırılacak bir şeymişçesine iki parmağının arasına alıp koklamasına - öyle bir koklama ki dünyanın en güzel kokusunu içine çektiğine yemin edebilirim - tanıklık ediyorum.
Tanıklık ediyorum...
Tanıklık etmenin keyif verdiği anlardan yalnızca biri.
Sadece tanıklık etmenin yettiği anlardan biri...
Tanıklığın yetersiz kaldığı, müdahalenin-mücadelenin ve beraberinde kendinde o gücü arama-bulma zincirinin "zorluğu" özellikle de şu çok yoğun haftalarımda daha da ağırlaşıyor benim için.
Güçlenmem lazım ayakta durabilmek için, takılıp kalmamak için, kendime ket vurmamak için, sınırlamamam için yapabilirliklerimi.
Bir çok kez dile getirdiğim ve şu sıralar da az çok becerebildiğim "zamanı tutabilmeyi" geliştirmem, bunu lehime çevirmem lazım.
Kafamda soru işaretleri kalmaması lazım.
Lazım da lazım...
Tanıklık etmeye devam!

insan-yordam; peki hayat?


paylaşmak isterken buldum kendimi, birden..

"sen ey kendiyle yetinen" diye bangır bangır bağırırken, kendime ulaşmak içinmiş meğerse onca kıyamet.
aşka aşık olmak, aşkın insanda varoluşuna, onu insan yapışına tanıklık etmek "aşık" olmak değil "aşk" olmayı istemek..
bir yolun/yordamın insanı değil de insan olabilmek..
elimizden çoğu zaman insan olmaktan başka bir şeyin gelemeyeceği kadar edilgen olmaya zorlandığımızda bile gene sırf insan olduğumuzdan çırpınmak birşeyler yapabilmek için
ve yaşama güzellik uydurmaya çalışmadan yaşayabilmek..
"an"ları yaşayabilmek, sormaktan sorgulamaktan bir türlü yaşanamayan o "an"lar..
kontrol altında tutma çabası, incinip üzülmeme kaygısı, zamanın akıp gitmesi korkusu ile ket vurup başkalarının hikayeleri, şiirleri, "yaşanmışlıkları" olarak karşımıza çıkan bizim "favorimiz" olan anları yaşabilmek..

koşturuyordum, herşeyden ve herkesten önce kendim için ama sorgulamadan; belki de sorgulamaktan kaçarak..
yani daha doğrusu sorgumun sonuçlarının getirdiği/yüklediği sorumluluğu kaldıramamaktan "kaçarak "koşuyordum".
olmadı.. o sorumluluğu alabilmek için defalarca,saatlerce, gecelerce, haftalarca konuştum,kafamda.. ne dialoglar kurdum.
sonra?
vazgeçtim!
daha önce nasıl yaşıyorduysam öyle yaşayabilirdim
heralde
yaşardım
yani
yaşayamadım..
koştum,
evime,kapandım odama
uyudum,uyudum.. düşler gördüm.. düş ağrısı çektim..
uyanmak acı geldi. herkesin uyuduğu saatlerde durabiliyorum artık ayakta, iç rahatlığıyla.
okudum,yalnızlaşmanın enn güzel yolu olan raflar dolusu kitaplarıma "saldırdım"
ve bir baktım ki sahiplenir oldum masamı, sandalyemi,kitaplığımı, okuma ışığımı, saat tiktaklarını, odamı..
korktum
korkuyorum
daha ne kadar devam edebilir böyle..
daha ne kadar "şeyler" e sarılabilirim düşüp yuvarlanmamak için?
"sorumluluk"
sorunlu bir sorumlu olmak kadar acı vereni, anlaşılmamaya iteni, yok gelmiyor aklıma..
başka hayatlarla kesişecek diye hayatım ürküyorum..
kapatsam kendimi evlere kapatsam diyorum edip'le
kapatıyorum kendimi orada olmasa da düşlerimde yıkanmış bir deniz bulma umuduyla
ama o "çok sesli vuruşma"yı , anıları ev-im-de bol bol bulacağımı bilerek
kimi isteyerek, kimi "keşke"leyerek geçirdiğim anılarım..
bir gün doğarken - bu saatler yeni güne delalet- aydınlığın ilk ölümü olan bir dışa vurumla
ne diyeceğini pek de bilemeyerek, insanın sonsuzunu geçirerek zihinden
korkarak korkumla "ben yokum sırada" demek için
buradayım, bu evde
odada
oda-m-da
insan silüetli korkularımdan korktuğum için..
yüzleşmek için güç toplamaya çalışırken gittikçe cılızlaştığım için
ama yine de umudum kalabalık
nasıl olur ama değil mi?
insanım..
yordamı olmayan!