Pazartesi, Haziran 8

İstanbullu'ların "Pazartesi Sendromu"

İstanbulluların dertlerine dert ekleyen toplu taşımada yine bir süpriz(!)le karşı karşıyayız.

Bugünden itibaren şoför amcaların bastığı akbil tedavülden kalkmış durumda..

Ya o 5li ve daha başka kaçlı olduğunu bilmediğim e-biletlerden alacaksınız, ya da akbil..

E geçen Pazartesi de akbile yapılan ani ve de acil zammın nedeni bir hafta sonra kendini gösterdi.

Yazık ki dayanışma/yardım nedir bilmeyen güzide İstanbullular, bu sıcakta dakikalarca ve kimi zaman saatlerce bekledikleri otobüslere kan ter içinde binip, inmeleri gerektiğini öğrendiklerinde dönüp de birine
"akbilinde fazla parası olan ya da bileti olan var mı" diye sormamakta, hatta otobüsteki "şanslı" yolculara kin ve nefret kusarak tıpış tıpış inip durakta pişmeye ve özel halk otobüsü beklemeye başlamaktadır.

Kullandığım hat itiş tıkış olması gerekirken, insanların güneşin geliş açısına göre sürekli yer değiştirebilecekleri kadar boş olduğundan "şanslı" akbilliler olarak uzun süre şaşkınık yaşadık.

Kıssadan hisse: Duyduk duymadık demeyin; bir yerden bir yere taşınmak istiyorsanız bu sıcaklarda bürokrasiye boğulacağınız iett yolları sizi bekliyor.. e tabi bir de elektronik bilet imkanınız var ki tee zamanında 6.5 ytl imiş 5 tanesi şimdi zamlarla ne oldu bilemiyorum..

'Seyahat Özgürlüğü'nden 'yararlanabilmeniz' için paranızın olması da yetmiyor artık.
Paranızı nasıl gaspetmek istiyorlarsa öyle sunacaksınız.
Yoksa duraklar sizin!

Daha neler göreceğiz.
Du bakalım..

Perşembe, Haziran 4

21 Kasım 1973, Santiago Stadyumu: Şili 1 - Sovyetler Birliği 0

Bir futbol sezonunu daha geride bıraktık. Okurlarım anımsayacaklardır; her sene lig sonunda bir futbol öyküsünü bu köşeden sizlerle paylaşmaktayım. Bu senenin öyküsünü David Goldblatt’tan aldım (Futbolun Küresel Tarihi, Riverhead yay.) Bu arada Beşiktaşlı dostlarımı bu seneki başarılarından dolayı kutlarım.

***

1970 yılı Şili için bir dönüm tarihidir. Unitad Popular cephesinin sosyalist lideri Allendeseçimleri kazanmış, emek ve ulusal bağımsızlıktan yana radikal bir programı uygulamaya koymuştur. Şili’nin bakır ve kömür madenleri ile demir-çelik ve demiryolları gibi stratejik nitelikli sektörleri millileştirilir. Ford ve ITT’ye ait ulus ötesi tekellerin fabrikalarına el konulur. Ücretler arttırılır, geniş kapsamlı bir sosyal yardım programı başlatılır ve geniş kapsamlı bir toprak reformuyla topraksız köylülere toprak dağıtılır.

Ancak Amerika’nın “arka bahçesinde”filizlenmekte olan bu sosyalist dönüşüme karşıdevrim gecikmez. Amerikan İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) doğrudan yönlendiriciliğinde bir dizi sabotaj ve toplumsal şiddet uygulamaya konulur. Sanayiciler, bankacılar, muhafazakâr bürokratlar ve üst dereceli subaylardan oluşan bir koalisyon, Allende hükümetinin kazanımlarına karşı şiddete başvurmaktan çekinmez. 11 Eylül 1973 sabahı Amerikan yönetiminin ve CIA’nın da desteğini arkasına alan General Augusto Pinochet, kendisine bağlı birliklerle başkanlık sarayını kuşatır ve hava kuvvetleri parlamentoyu bombalamaya başlar. Allende teslim olmayı reddeder ve yaşamına son verir.

11 Eylül’ü izleyen günler Şili’nin ilerici, yurtsever güçleri için baskı, tutuklanma ve işkence günleridir. Binlerce sosyalist, sendika lideri ve emekçi Estadio Nacional’da (Santiago Stadyumu’nda) hapsedilir. Stadyum kitlesel bir engizisyon mahkemesine dönüştürülmüştür. İşkence, baskı ve her türlü insanlık dışı şiddet General Pinochet’in askerleri tarafından planlı bir biçimde uygulamaya geçilir. Şilili ozan Victor Jara’nın bilekleri kesilir ve gitar çalmaya devam etmesi emredilir. İnsanlık dışı işkenceler Santiago Stadyumu’nun duvarlarını aşar ve tüm dünyada yankı bulur.

***

Darbeden yaklaşık iki buçuk ay sonra, 21 Kasım 1973’te Şili ulusal futbol takımı Dünya Kupası elemelerinde Sovyetler Birliği ile karşılaşacaktır. Sovyetler, binlerce yurtseverin işkence gördüğü Santiago Stadyumu’nda herhangi bir spor karşılaşmasına katılmayacağını bildirir ve FIFA’dan müsabakanın tarafsız bir sahaya alınmasını talep eder. 27 Ekim tarihinde Sovyet Futbol Federasyonu FIFA’ya şu telgrafı çeker:

“Şili’de faşist bir ayaklanma sonucunda yasal hükümetin devrilmiş olduğu ve ülkede kanlı bir terör ve baskı rejiminin hüküm sürdüğü herkesçe bilinmektedir. Santiago Stadyumu futbol müsabakası oynanabilecek bir mekân olmaktan çıkarılmış, Şilili yurtseverlerin işkence gördüğü bir toplama kampına dönüştürül- müştür. Sovyet sporcuları Şilili yurtseverlerin kanıyla bezenen bir stadyumda spor karşılaşmasına çıkmayı reddeder.”

Bu girişim üzerine FIFA Estadio Nacional’i incelemek üzere Şili’ye bir heyet gönderir. FIFA heyeti incelemeleri sonucunda“stadyumun çimlerinin futbol oynamaya elverişli; sahanın ölçülerinin teknik standartlara uygun ve seyircilerin tribünlerinin düzenli ve temiz” olduğuna dair bir rapor verir ve Santiago Stadyumu’nda “politik tutukluya rastlanmadığını, sadece hüviyetleri tespit edilememiş olan bazı şahısların alıkonulduğu”nu belirtir.

Sovyet takımı bu şartlar altında Şili’ye gitmez. Maç, saatinde başlatılır. Şilili forvet oyuncuları birkaç pasta Sovyet ceza sahasına girerler ve boş kaleye gollerini atarlar. Maç, santra yapılamadığı için bu tek golle sona erer: Şili 1 - Sovyetler 0.

Şili böylece 1974 Dünya Kupası’na katılır. Protestolar arasında oynanan grup maçlarında ev sahibi Batı Almanya’ya yenilir; Doğu Almanya ve Avustralya’yla beraber kalarak kupadan elenir.

Bu arada Şili ekonomisinin ve toplumsal yaşamının “serbest” piyasaya terk edilmesini amaçlayan muhafazakâr bir yapılandırma programı Şikago Üniversitesi’nde eğitim görmüş bir dizi teknokrat tarafından başlatılmıştır. Şili ekonomisi Şikago çocuklarının emrinde tarihte görülmemiş bir soygun ve talan dönemine kucak açar. Allende hükümetinin tüm reformları, sanayi ve tarım politikaları tersine çevrilir. Sendikalar ve köylü birlikleri acımasızca ezilir; millileştirilmiş sanayi ve madenlerle köylülere dağıtılmış olan topraklar büyük toprak sahiplerine geri verilir. Şili’de piyasa köktenciliği, politik terör ile birlikte kol kola girmiştir.

Futbol, kuşkusuz, sadece yirmi iki oyuncunun oynadığı ve doksan dakikadan ibaret bir oyun değildir.

Cuma, Mayıs 29

Uçurtmalar*

En sevdiği renk mor olan kadın
En sevdiği kelime “asi”
En sevdiği oyun incitmek beni
Hıncı, çocukluktan kalma bir yara izi gibi

İpleri dolaşmış uçurtmalar misali
Ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
Ne gidebildik kendi yolumuza
Rüzgarda savruk, başına buyruk
Senle ben

Zamanı, yaralarla ölçen kadın
Geçmişiyle kavgalı
Gündüz isyankar
Geceleri Tanrı’ya sığınan kız çocuğu
Kırdığı kalpleri dizmiş ipe
Gene en büyük zararı kendine

En sevdiği ses, çocuk sesi
Güneşli, billur, neşeli
Oysa, yıllar var ki kendi
Anne olmayı istememiş
Çekip gidebilmek için bir gün
Geride ekmek kırıntıları bırakarak
Kuşlar yesin diye ayak izlerini
Kalmasın ne bir sızı ne kalp yarası

Sevişirken taşkın bir nehir
Öpüşürken kor bir alev
Uykusunda melek gibi masum
Bakmaya kıyamadığım
Kaç gece göğsünde uyuduğum
Ama beraber uyanamadığım kadın

İpleri dolaşmış uçurtmalar misali
Ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
Ne gidebildik kendi yolumuza
Rüzgarda savruk, başına buyruk
Senle ben

Her hasretten sonra
Başka başka sevdaların kollarında
Yemin etmişken bir daha konuşmamaya
Gene bulup birbirimizi
Sabahı olmayan gecelerde
Aldatma pahasına sevdiklerimizi
Ağlayarak seviştiğim kadın
Senle ben ipleri dolaşmış uçurtmalar misali

İpleri dolaşmış uçurtmalar misali
Ne beraber uçabildik, boş verip şu dünyayı
Ne gidebildik kendi yolumuza
Rüzgarda savruk, başına buyruk
Senle ben

*Teoman'ın "insanlık halleri" albümünden dinlemek mümkün..

Pazar, Mayıs 24

Ester'in Söyledikleri -2459

UMUŞ

Bütün iyi kitapların sonunda
Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
Meltemi senden esen
Soluğu sende oan
Yeni bir başlangıç vardır

Parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın
Gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın
Onu işitsen, yuvarlağı sende kalır
Her başlangıçta yeni bir anlam vardır.

Nedensiz bir çocuk ağlaması bile
Çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır.

Cumartesi, Mayıs 23

Sakıncalı bir Ermeni kadın!

Yazar Elif Şafak'ın, 2005 Eylül'ünde yapılan Ermeni Konferansı'na sunduğu tebliği hatırlıyor musunuz? Şafak, 'Sürekli Sürgün' başlığı ile Ermenilerin ünlü feminist kadın yazarlarından Zabel Yesayan'ı tanıtmıştı. Tebliğini de, Amerikan edebiyatının tanınmış kalemi Kurt Vonnegut'ın, Ermeni bir roman kahramanını alıntılayarak sonuçlandırmıştı. 1915 Ermeni soykırımından kurtulan roman kahramanı, babasına, 'Bir gün bir Türk ile karşılaşırsa ondan ne duymak isteyeceğini' sormuş. Babası, 'Biz gittikten sonra ülkelerinin çoraklaştığını duymak isterim' demiş. Elif Şafak, pek çok yüreğin tercümanı olarak, tebliğini, 'Bizim bunu söylemeye, 'Evet, siz gittikten sonra ülkemiz fikirsel, sanatsal, siyasal, toplumsal her anlamda çoraklaştı' demeye ve diasporanın da bunu duymaya çok ihtiyacı var' cümlesiyle bitirmişti.

O zaman bu tebliğle şunu farketmiştim; çok az Ermeni yazar ve sanatçı tanıyordum. Eminim bu pek çok kişi için de böyledir. Üstelik Zabel Yesayan, kendi deyimiyle 'Bir eşkıya, dağlarda bir özgürlük savaşçısı...' olma düşünü taşımış bir feministti. Bir kadın olarak, Türkiye'nin halkları kaybetmesiyle yaşadığı çoraklaşmayı ve yalnızlığı, çok sıcak biçimde yüzümde hissettiğimi hatırlıyorum. Dünyadaki pek çok kadın hareketini inceleyerek dersler çıkarmaya çalışan bizler, Yesayan'ı tanımıyorduk... Hal böyle olunca, Belge Yayınları'nın Marenostrum Dizisi ilk başvurulacak kaynak oluyor. Belge Yayınları, Yesayan'ın, 'Silahtarın Bahçeleri' adlı kitabını geçen mart ayında çıkararak bizlere tanıttı.

Zabel Yesayan, pek çok Ermeni yazar tarafından, 'Ermeniler arasında en yetenekli, çok yönlü yazar' olarak tanımlanır. 1878'de İstanbul'da doğan bu yetenekli yazar Yesayan, 1892'de Paris'te Sorbonne ve Fransız Koleji'nde edebiyat ve felsefe okur. 1908'de İstanbul'a geri döner. 1909'da da, İstanbul Ermeni Patriği, Adana'daki katliamdan sonra oradaki Ermeni halkının ne durumda olduğunu tespit etmesi için Yesayan'ın bir heyetle Adana'ya gitmesini ister. Görevi, yetim kalan Ermeni çocukların durumunu rapor etmektir. Kilikya'da Ermenilerin yaşadığı trajediyi pek çok makalesine ve en önemlisi 'Yıkıntılar arasında' adlı kitabına konu yapar.

1915'de oluşturulan sakıncalı Ermeni entelektüller listesinde adı geçen tek kadın aydındır Yesayan. 234 kişilik listede yer alan pek çok Ermeni aydınının payına trajik ölümler düşerken, Yesayan kaçmayı başarır ve Bulgaristan'a geçer. 1920'lerden sonra Yesayan, Paris ve Bakü arasında gidip gelir. 1933 yılında da Sovyetler Birliği'ne gider. Ömrü mücadeleyle geçen Yesayan, 1930'ların sonlarına doğru da, sosyalizme yakınlığına rağmen, eleştirel duruşu nedeniyle bu sefer de Stalin rejiminin damgaladığı sakıncalılar arasına sokulur. Sibirya'ya sürülür ve orada ölür.

Milliyetçilik kirine bulaşmadı

Zabel Yesayan'ın, Belge Yayınları'ndan çıkan 'Silahtarın Bahçeleri' adlı kitabı, ilk sayfalarına Elif Şafak'ın bahsettiğimiz tebliğini almış. Ardından Yesayan'ı tanıyan Ermeni aydınların anıları geliyor.

Bu anıların birinde, Ermeni şair Gostan Zaryan, Yesayan için İsabella d'este (sanat konusundaki bilgisi ve siyasal alandaki üstün yeteneği ile ünlü İtalyan Rönesans prensesi) benzetmesi yaparken; Ermenistan'ın tanınmış kalemlerinden aynı zamanda Yesayan'ın öğrencilerinden olan Ruben Zaryan ise, onun doyumsuz derslerini anlatıyor. Sonra da Yesayan'ın 'Sahte Dehalar' adlı uzun hiciv öyküsünden, 'Ateşten Gömlek' adlı otobiyogrofik çalışmasından, 'Zincirsiz Prometheus' adlı Sovyet Ermenistanı'nı anlatan izlenimlerinden, 'Silahtarın Bahçeleri' adlı, bilinen ve en fazla beğeni toplayan eserinden ve son olarak 'Yıkıntılar Arasında' adlı eserindeki sarsıcı Adana katliamı tanıklığından alıntılar birbirini takip ediyor.

Yesayan, eserlerinde açıklığı ve özlü ifade tarzıyla dikkat çekiyor. İyi bir gözlemci olan Yesayan, bunu, 'Bir yazarın eylemin cereyan ettiği bölgeyi çok iyi bilmesi önemlidir' cümlesiyle özetliyor. Örneğin 'Silahtarın Bahçelerin'deki İstanbul tasvirinde, yaşadığı coğrafyanın tüm renklerini ustaca veriyor. Ve Türkiye'nin halkları kaybetmesinin gerçekten günümüze nasıl bir kuruluk getirdiğini daha iyi anlıyorsunuz.

Yesayan, 'Yıkıntılar Arasında' adlı eserinde ise, Ermenilerin Adana katliamından sonra yaşadıklarına birinci elden tanıktır. Gördüğü mezar kentler, dehşetengiz insan manzaraları ve acılara tanıklığı artık ömrünün yol izleri olacaktır. Ancak buna rağmen milliyetçilik kirine bulaşmaz. Bu insanlık ayıbını okuyan kişi bir öfke seline kapılırken, katliamın tanığı Yesayan'da sadece yurtseverlik ve diğer halkları Ermenilerin acılarından haberdar etme çabasını görürsünüz. Evet bu kitap, yazarın yaşamında önemli bir dönüm noktasıdır. Artık Yesayan, eserlerini toplumsal amneziye karşı yazar ve 1909 ile 1915 katliamı tanıklarının katipliği gibi çalışır. Elif Şafak'ın deyimiyle Yesayan, 'Büyük toplumsal trajedilerin yaşandığı dönemlerde yazarların ve yazarlığın en önemli misyonunun 'hatırlatmak' olduğuna inanır.' Söylemek bile gereksiz tabi, Yesayan, Ermeni edebiyatının önemli bir kalemi olmayı ve halkının mücadelesinde bir özgürlük savaşçısı olmayı başardı. Bu Ermeni yazarın yüreğini tanımanızı öneririz...

Kadınlar ortalama yazar olamaz!

Yesayan, erken dönemdeki yazılarında feminist çıkışlara sahiptir. Hem Ermeni cemaatinin hem de Osmanlı'nın erkek egemen yapısını sorgular. Ermenice yazan ilk kadın yazar ve feminizmin yaşadığı toplumdaki kadınlar arasında yankı bulmasında öncü bir kimlik olarak bilinen Sirpuhi Düsap'ın, Yesayan'ın üzerinde önemli bir etkisi vardır. Yesayan 'Silahtarın Bahçeleri'nde, gençlik yıllarında arkadaşlarıyla birlikte Düsap'ın yazılarını okuduklarını, bu yazıların üzerlerindeki etkisini anlatır. 17 yaşındayken de Düsap'ı ziyarete gider ve edebiyat alanında kariyer planını açıkladığında, Düsap'ın verdiği öğüdü adeta beynine kodlar: 'Bu yolda defne yapraklarından çok uçurumlar var. Bizim toplumumuz, bir kadının isim yapmasına izin verme konusunda henüz hazır değil. Bu engeli aşabilmek için ortalamanın çok üstüne çıkmak gerekli. Bir erkek ortalama bir yazar olabilir, ama bir kadın olamaz...'

Ester'in Söyledikleri -2359



KENDİME

Kimseye karıştım mı? hiç karışmadım
Bu ki bana tuhaf sayılmadı
Gözleyip sordum mu hiç? hyır sormadım
Bu ki bana yalan sayılmadı
Acımak işim miydi? hayır
Bir evden olmak kötü müydü? hayır
Zamana zamanla bakmak ne idi ki
Baktım

Tarlayı tarlayla ölçtüm
Meyvayı mevyayla
Denizi denizle ölçtüm
Göğü gökle ölçtüm
Zaten insanı insanla ölçtüm ki
Buruk bir tat mı duydum
Ve duydum
Her şey ki bir yorumdu, sonuç değildi
Sonuç ki zaten yoktu

Sen ki kim
Beni bütün bütün bırakma.

Kapitalizm Üzerine Kısa Sohbet


Konuşma İngiltere’de maden işçisinin oğluyla annesi arasında geçer.

“Anne üşüyorum, sobayı yakamaz mısın?”
“Kömürümüz yok oğlum”
“Neden?”
“Çünkü paramız yok.”
“Neden:”
“Çünkü babanı işten çıkardılar.”
“Neden?”
“Çünkü fazla kömür var.”

Hollanda’da psikoterapist olarak çalıştığım yıl ekonomik kriz vardı. Çalışmak istediği halde çalışamayan, işten atılan, işssizlik parası almasına rağmen depresyona giren, çocuklarından utanan nice kişinin bu nedenle benle görüştüğünü hatırlıyorum. Mesai saatlerinde sokağa çıksalar, işssizin teki diye dikkat çekecekleri endişesiyle gün boyunca sokağa çıkmayanlar vardı aralarında.

Bugünlerdeyse işssiz kalanların kendilerini yaktıklerı, anne ve babanın çocuklarını da öldürüp intihar ettikleri haberleri geliyor...

Kapitalizmin doğasında olduğu söylenen yeni bir ekonomik kriz içindeyiz.

Şu anda dünyada 60 milyonu aşkın işssiz olduğu söyleniyor. Sayılar her gün artıyor.

Şimdilik istatistik olarak algılanan işşiz milyonlar ne yapacaklar?

CIA terörizmin en büyük tehdidinin ElKayda’dan değil işssizlik sonucu toplumsal patlamalardan geleceğini açıkladı.

Devletler halklarına karşı şiddet kullanma yetkilerini uygulayacak yeni eğitilimiş kuvvetler yetiştiriyor.

Kapitalizmin bundan bir önceki, 1929 krizinde dünya nüfusunun %70 kadarı kırsal kesimdeydi. Köylerinde yaşıyor, ellerindeki olanaklarla beslenebiliyorlar, geniş ailelerin koruyucu şemsisyesi altında ne varsa paylaşılıyordu. Geçen yıldan itibaren dünya nufüsünün yarısından fazlası suyun parayla satıldığı, tuvalete parayla gidildiği, sokaklarda yatıp kalkan yoksulların görmezden gelindiği şehirlerde yaşıyor.

Fazla kömür olduğu için işsiz kalan maden işçisi örneğinde olduğu gibi, piyasanın arz talep ilişkilerinin ifadesi olan yedek işsizler ordusu normal koşullarda da kapitalizmin olmazsa olmaz şartı. Kriz dönemlerindeyse, önceden de en son 20. yüzyılda olduğu gibi, kapitalizm, dünya savaşlarına, totaliter rejimlere gebe.

Bunları bilmemize rağmen dünyaca bu düzeni sahiplenir olduk.

İnsanı hayvanlardan ayırt eden alet kullanmasıdır diye kendimizle övünüyor, sonra da işsizliği doğal sayan bir toplumsal yapıyı baş tacı ediyoruz. İlkel diye baktığımız avcı toplayıcı ya da tarım toplumlarında işssizlik yoktu. İşçi sınıfının doğuşuyla birlikte işsizliği de biz icat ettik.

İçinde yaşadığımız sistem düzenden çok bir patolojinin adı.

Dünyanın tüketimle kurtulacağından medet ummaksa hastalığımızın ifadesi.